Kayıtlar

Black Mirror Röportajı

Artık fazlasıyla yaygın hâle gelen bir tür var. Sadece distopya demek yetmez adına, İngiliz Distopyası ya da Distopik İngiltere de diyebilirim. Kendini tekrar ediyor nedense bu türün yapımları. Çok ilginç. Ben üniversiteye geçer geçmez genç dimağların elinden 1984 , o yoksa Hayvan Çiftliği düşmez oldu sanki. Her yerde işbu distopyalar, ağızlarda "Artık yaşadığımız dönemin kendisi distopya oldu ki abi yeaağğğ..." lafızı tekrar ediliyordu. Sonra adamlar gördü açığı, aldılar Alacakaranlık Kuşağı , Outer Limits formatını ve spekülatif kurgudan ziyade bilimkurguyla harmanlayıp farklı bir şey ortaya çıkardılar. Ben de onun yapımcılarının dizinin gerisini, berisini, ilerisini anlattıkları röportajı KayıpRıhtım için çevirdim . P.s . Editör her zamanki gibi M. İhsan Tatari

Andy Weir'ın "Artemis" kitabı röportajı

Weir abi Marslı 'dan sonra parayı kırınca -ki kırdı demekten kendimi alamıyorum, zira adam 600milyon doler kazanmış-, "Yazılımcılığınız da, SSK'nız da batsın ulan! Ben kitap yazıyorum..." diyerek işi gücü bırakıp kitap yazmaya, film uyarlamasına vermiş kendini. Ben de KayıpRıhtım için çevirdim bu haberi. Aslında daha önce paylaşmak aklıma gelmedi, ta ki birnevidipnot 'un blogunu görene kadar . Şöyle toplu taşıma servisiyle siteye gidip okuyabilirsiniz okurmeapları . P.s . Editör her zamanki gibi M. İhsan Tatari

William Morris'in "The Forest"ının çevirisi

Resim
Şiire gereken önemi kelime dağarcığım yettiğince vermeye çalıştım.  Orijinali : The Forest Pear-tree. By woodman’s edge I faint and fail; By craftsman’s edge I tell the tale. Chestnut-tree. High in the wood, high o’er the hall, Aloft I rise when low I fall. Oak-tree. Unmoved I stand what wind may blow. Swift, swift before the wind I go. Ve  Türkçesi : Orman Armut ağacı. Oduncunun elinde bayılıp düşerim; Marangozun elinde öykümü söylerim. Kestane ağacı. Yükseklerde ormanın, daha yükseğinde konağın, Göğüne çıkarım düştüğümde alçağın. Meşe ağacı. Nasıl eserse essin kımıldamadan dururum. Rüzgarın önünde hızlı, hızlı giderim.

Doktor Hastalandı, Anthony Burgess

Artık İngiliz mizahının nereden geldiğini öğrenmiş oluyorum: İngiliz diline hakimiyet. Anthony Burgess da İngiliz Edebiyatı eğitimi aldığından öncelikle büyük bir sempati besliyordum elbette ama kitabı okudukça anladım ki dile olan hakimiyeti kitabın her yerine yansımış. Sadece İngiliz dili değil, edebiyatı ve toplumuna hakimiyeti de hayranlık duyulası. Karakterlerin kısa cümleleri, rastgele koyulan sıfatları ile konuşanın bir İngiliz olduğunu anlayabilirsiniz. Her biri çok canlı tasvir edilmiş, kendi düşünceleri var, tam olarak Türkçesi karşılamasa da basmakalıp (stereotype) değiller, yani kısaca etten kemiktenler ve her an sayfaları aşıp size “bollocks, my arse” gibisinden konuşmaya gireceklermiş duruyorlar. Mekanların farklılığı ve birkaç gecede yaşanan olaylar, kitaptan beklemediğim oranda eğlenceliydi. Karakterimiz Edwin’in iyiden iyiye arsızlaşması ve sekülerleşmesi Cennet’ten kovulan Âdem’i andırıyor. Çevirinin mükemmel olmadığı, imla hataları –özellikle sarımsak kelimesinin

I'm a Cyborg, but that's OK

Resim
Daha şimdi izlediğim film beni blog tutmaya yönlendirdi. Güzel, yani bence dehşet-ül vahşet kalitede, filmler izlediğimi düşünüyorum. O yüzden "lan bi dakka ya, bi dakka, ben niye blog yazmiyim ki, niye kendi hâlimde blog yazarak yazı becerilerimi geliştirmiyim ki?" diye bir düşünce fırtınası yaparak gelip blog açtım. Öncelikle, Uzakdoğu sineması bana fazlasıyla itici gelirdi ve görsel kalite ön plandaydı. Örneğin, çok kaliteli animeleri "bu ne ya, böyle bi çizim var!" diye ertelemiş, izledikten sonraysa çok pişman olmuştum. Uzakdoğu sinemasına Kurosawa'nın Rashomon ' uyla girdim, girer girmez de o film benim hayatımın filmi oldu desem yalan olmaz. E artık film: I'm a Cyborg, but that's OK . Bazen iş çıkışı, sınav çıkışı ya da başka bi sebepten ötürü streslisinizdir de kendi hâlinde bi deli görüüp, "lan var ya, keşke şu adam gibi temizce sıyırsam da rahatlasam," dersiniz. Bu film de o kıvamda, insanı deli olmaya teşvik eden (!) ve iç